Yeni yıl yaklaşırken adet, o senenin albümlerini değerlendirmektir aslında ama ben sizinle çıkış tarihlerine takılmadan 2017’de en çok dinlediklerimi paylaşmak istiyorum. Cesur bir seneydi kendi adıma, 3 ülke bir sürü şehir değiştirdim. Nerede, ne yaptığımdan bağımsız bütün sevdiklerime uzak oluşuma inat, müzik her zaman olduğu gibi hep benimleydi. Lise yıllarımdan kalma bir alışkanlık; uzun yollara giderken, mevsimler değişirken, ve seneler biterken kendime sonradan dinlediğimde hayatımın o dönemini hatırlatacak playlist’ler yaparım. Bu sene sadece dinlemesi yetmedi, hakkını teslim etmem gereken müzikler var.
Ocak 2017, yeni yılın ilk günleri evimi kapattım, Tom’u emanete bırakıp sevdiklerimle vedalaştım. İstikamet: İskoçya. Gitmelerimden öğrendiğim en net şey, bu gitme işinin en zor kısmının gittikten sonraki 2-3 hafta olduğudur. İnsan her şeyi yadırgıyor, konfor alanını özlüyor, yer yer kendine kızıyor: “Çok mu lazımdı rahatını bozman?”
İşte tam da böyle bir zamanda Sezenimin albümü hızır gibi yetişti: Biraz Pop Biraz Sezen. 18-21 yaş aralığıma sığışmış 150 küsur Sezen Aksu konseri, yanında yamacında geçirdiğim onca vakit, beni ben yapan bir parçama dönüştü yıllar içinde. O yüzdendir ki, sesini her duyuşum ‘evde’ hissettirir. Yanı sıra, Sezen Aksu dinlemenin bir çeşit hayat dersi olduğunu hep düşünürüm. Melodiden çok derinliğinde kaybolur insan. Cesaret isteyen cesaret bulur, ağlamak isteyen zaten salya sümük. Her duruma uyar da en çok efkara yakışır sanki. 16 yepyeni şarkı, ilaç gibi geldi soğuk İskoç ellerde. Aylardan Ocak, havanın eksilerde oluşundan muzdarip, en çok neşeli şarkılara sığındım. Manifesto ve Canımsın Sen‘in albümün iki hit’i olacağı daha ilk dinleyişten belliydi. Koca Kıçlı tam özlenen Sezen sound’uyla doldurdu içimi, Üfle De Söneyim keza. Günaydın Memur Bey albümün sürpriziydi benim için, bambaşka bir Sezen buldum. Sanki şarkı ‘Üçüncü Yeniler’den birine aitmiş de Sezen cover’lamış gibi dedim ve şarkı zaten Sakin‘in ‘Kurtlu Kuyu‘suymuş.
Senenin ikinci albümü Infected Mushroom – Return to the Sauce. Sezen Aksu’dan Infected Mushroom‘a geçişim şahsi normallerim içinde ama yazıda peşpeşe koyunca bir yadırgama olmadı değil. Bence, müziği hayatının olmazsa olmazlarının başına yerleştirip, her gün belli bir vakti müzikle geçirenlerin tek bir tarza bağlı kalması imkansız. Müzikle kurulan bağ bir yerden sonra ister istemez modumuzla ilişkili. E, mod dediğin de değişken. Bazı sabahlar diğerlerinden sert uyanan sadece ben olamam, değil mi? Günden güne kahve içişim bile değişir, bazı günler sütlü, bazı günler sütlü şekerli, bazense sade. İşte o sade kahvelere eşlik Infected Mushroom‘lu sabahlar içimdeki enerji patlamaları Nutmeg‘le dindi. Groove Attack ve albüme adını veren Return to the Sauce diğer favorilerim. Müziğin modumuz üzerindeki etkisini, sesin bir titreşim olması ve o titreşimin bizim 4’te 3’ü suyla kaplı vücudumuza etkisi olarak açıklayan görüşler hep kafama yatmıştır. Psytrance‘in enerji veriş mi yoksa bir deşarj mı olduğu konusunda muallaktayım. Belki de ikisi birden? Hücrelerim pogo yaparken bir yandan deşarj oluyor bir yandan enerji topluyorumdur, kim bilir. Emin olduğum şey: Infected Mushroom‘un, psytrance gym playlist‘lerimin baştacı olduğudur, kesin.
Albümün çıkışı Ekim 2016, benim hayatıma girişi 2017 ilkbaharı: duyar duymaz elin Shazam‘a gittiği şarkılardan: Haul, Mare albümüyle tanışmama vesile. Tam da İskoçya’dan Berlin’e taşındığım hafta. Müziklerin daimi dejavu etkisine hep inanmışımdır. Sanki hayatımızın bazı dönemleriyle eşleşiyorlar da güzel/kötü ne anı varsa her dinleyişimizde oraya geri ışınlıyorlar ruhu. Kendisi de bir Berlinli olan Christian Löffler‘in müziğinin Berlin’e çok yakıştığını düşünüyorum. Resident Advisor onun için “melankoliyi öforiyle kombinliyor” demiş. Tam hissi bu bence de: karanlık ama çoşkulu. Mare, baştan sonra yoğun bir albüm, yumuşacık akışının altında duygusal bir bombardıman, albüm olarak yeri hep ayrı kalacak. Adetten favori belirtmem gerekirse repeat tuşunu eskiten Neo oldu ama siz 17 şarkıyı da dinleyin derim.
Geldik 2017’de izlediğim en iyi konserin sahibi Bonobo‘ya. İtiraf etmem gerekirse albümün bu kadar iyi olduğunu canlı dinleyene kadar fark etmemiştim. Daha önce de İstanbul’da Bonobo dinleme şansım olmuştu, ama o konser… Berlin’de MELT Festival‘in 20. senesi şerefine ana sahnenin en görkemli performansını verdi Bonobo. Albümdeki favorim olan No Reason çalarken arkadaşlarımla birbirimize bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk, bu nasıl bir müzikti!? Ses sisteminin, sahneye göre doğru yerde durmamızın, 3 günlük festival ruhunun da etkisi büyüktür ama Migration albümü “Bonobo’nun müzikal zirvesi” desem çoğu müzik yazarı bana katılırdı diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Senenin beklediğim albümlerinden: The Arc of Tension. Bence, Oliver Koletzki zamanın ruhunu yakalama konusunda çok başarılı bir müzisyen. Hypnotized’den bugüne müzikal değişimi aşikar ve kendini sürekli geliştirmesine hayranım. Bu ivmesi sürekli artan başarısının bir diğer sırrı da dinleyicisi çok iyi tanıyor oluşu. Bazı müzisyenler tarzını korumayı, bazısı ise dinleyicisiyle yol almayı, zaman ayak uydurmayı seçer, tarz değişikliğinden kaçınmaz. Ben şahsen değişimden yanayım, özellikle elektronik müzikte. The Arc of Tension, alışıldık Koletzki sound’undan bi’ tık daha sert, kapak tasarımından şarkı isimlerine konsept bütünlüğünü iyi yakalamış müzikal bir şölen. Mayıs ayında hayatıma girişinden beri sıkılmadan dinlediğim 13 yeni şarkı, 2 de remix var albümde. Adını AfrikaBurn‘ün yapıldığı Güney Afrika’daki parktan alan: Tankwa Town, müzikalitesine ayrı, az ve öz lyric’lerine ayrı bittiğim: Spiritual But not Religious, A Star Called Akasha ve They Can’t Hold Me Back favorilerim.
Cigarettes After Sex, kendileriyle aynı adı taşıyan ilk stüdyo albümünü Haziran 2017’de yayınladı. Aslında epeydir hayatımızda olan bir grup Cigarettes After Sex. Çoğumuz onları “Nothing’s Gonna Hurt You Baby” ile tanıdık. Shameless veya bir Netflix Originals olan The Rain‘de de onları duyup keşfetmiş olabilirsiniz. Vokalin cinsiyetsiz ses tonunun müziklerini apayrı bir hisse taşıdığını düşünüyorum. Bence, şarkı sözlerinde de bu ‘gender-neutral’ durum hissediliyor. Bir kadın mı bir erkeğe söylüyor yoksa bir erkek mi bir kadına, belki de bir kadın bir kadına söylüyordur, ya da bir erkek bir erkeğe? Albüm Haziran’da çıktı ama kesinlikle bir yaz albümü değil. Berlin’de yaz çoğunlukla soğuk ve yağmurlu olduğu için benim 2017 yazıma çok uydu, hatta güneşli günleri bile kendi ritmine çekti diyebilirim. Baştan sona sene boyunca en çok dinlediğim albümlerden, favorim açık ara: Apocalypse, ikinci: Sunsetz. Yazıyı yazarken bile bir yandan içimden mırıldanıyorum: “Got the music in you baby, tell me why”
Beth Ditto‘yu oldum olası severim. Bir googleladım da Gossip – Heavy Cross‘la hayatıma gireli tam 9 sene olmuş. Nisan’da yayınlanan 8 saniyelik mini tanıtımda Dilara Fındıkoğlu ceketiyle ağzımıza bir parmak bal çalındığından beri Fake Sugar albümünü merakla bekliyordum. Dürüst olacağım, albüm beklentimi karşılamadı. Bazı müzisyenlerin duruşu ve tavırları bazen müzikal kimliklerinin önüne geçiyor, onları temsil ettikleri şey için daha çok sever hale geliyoruz. Prince öyledir mesela benim için, Björk aynı şekilde, Beth Ditto‘ya hayranlığım da en çok duruşundanmış bu albümle anladım. Temsiliyetini seviyorum. Ne yazık ki albümden bir Listen Up, bir Perfect World veya bir I Wrote The Book (en sevdiğim) çıkmamış. Her şeye rağmen Beth Ditto kalp ve albüm favorim: Fire.
Ve yılın albümü, Vega‘nın efsane geri dönüşü: Delinin Yıldızı! Zaten yeri bambaşka bir grup Vega, bizim neslin çoğu içindir öyledir diye tahmin ediyorum. Bir de çizgilerini hiç bozmadan bizi lise-üniversite yıllarımıza döndüren, şimdi çıksak Beyoğlu bile eski Beyoğlu’ymuş gibi bir hisle kaplayan albüm yapmışlar ya, işte o yüzden senenin albümü olmayı hak ediyor. 2017’nin çoğunda göçebeydim, gece uyuduğum yerler ‘ev’ olmaktan çok uzaktayken son taşındığım şehir Londra oldu. Taşındım ve yeni şehrimde ilk sabaha uyandığımda sürpriz: ‘Vega‘nın yeni albümü raflardaydı’ demek isterdim ama Spotify’daydı! 🙂 Özlediğim her şeye kendi kendime bir özlem giderişti sanki benim için. Yer yer tınılara eşlik bağır çağır yakarışlar, hatırlanan eski aşklar, istediklerimizi vermeyen dünyaya tatlı, minik isyanlar. Tam da Vega tarzında, serzenişinden hiçbir şey eksiltmeden. Sanırım 2 hafta başka hiçbir şey dinlemedim, albümü baştan sona, bir daha bir daha dinleyerek resmen sömürdüm. Dünyacım ve Arzuhal repeat’e en çok takılanlar oldu. Buradan bir kere daha, tam bir Vega albümü yaparak bizi 12 senelik ayrılıktan kurtaran Vega’ya sonsuz teşekkürler.
Mevsimlerden Sonbahar gelmişken Londra’da ilk haftalarımdan birinde Spotify – Discover Weekly’mden Gidge çıktı. Grupla tanıştığım şarkı Norrland, o hafta defalarca dinledikten sonra nihayet albümü edindim: Autumn Bells. Fauna Pt.I ve Fauna Pt.II ‘nin bende bıraktığı his: sonbaharın müzik hali oldu. Mevsime o kadar uygun bir sound ki, doğru zamanda dinlediğinizde bağ kurmadan geçebilmeniz mümkün değil. Albüme ‘Sonbahar Çanları’ derken kesinlikle bir bildiği varmış İsveçli ikilinin.
İlk zamanlarından beri duruşlarını ve şarkı sözlerini orjinal bulduğum için takdir ettiğim, ancak ne yalan söyleyeyim müzikal anlamda beni pek de yakalayamamış bir gruptu Büyük Ev Ablukada. Takvimler Ekim 2017’yi gösterdiğinde, aynı hafta içinde farklı arkadaşlarımdan “Fırtınayt dinle” mesajları gelmeye başladı. Yine bir evden diğerine taşınmak için toparlandığım bir gün albümü açtım ve açış o açış. Konserlerinde doğaçlama takılan, rock’n roll havalarında dağınık adamlar diye hatırladığım o grup bu grup mu? Albümde bolca hissedilen synth etkisi diğer enstrümanları ezmeden öyle güzel yer bulmuş ki kendine, elektronik tınıların ağır bastığı ama rock’tan da şaşmayan yepyeni bir sound yakalamışlar. Bayıldım! Arayan Bulur, Güneş Yerinde, Hoşçakal Kadar…Fırtınayt ile 2017’nin en iyi albümlerinden birine imza atan Büyük Ev Ablukada benim için artık bambaşka bir yerde, en kısa sürede canlı izlemeyi de çok isterim. Orjinal çizgilerini bozmadan devam etmeleri dileklerimle: “Aklıma biri gelecekse elim hep sana gidiyor”
Bu albümü beklemek değil, gün saydım. Kalben‘e hislerim biraz başka, hikayesinin en başından beri; Sofar Sounds macerasında, Beyoğlu’ndaki o minicik mekanda verdiği ilk konserinde, daha albümü çıkmadan Bülent Ortaçgil’in altında çaldığında, albümle beraber dolup taşan konserlerinde hep oradaydım. İçimden kalpler çıkararak izledim bütün başarılarını. İstanbul’da olsam Sonsuza Kadar albümünü daha çıkmadan beraber dinleyecektik ve kaçırmıştım. Nasıl gün saymayayım? Nihayet albüm çıktı. Henüz çok yeni, 2 hafta oldu ve ben baştan sona ezberledim bile. Özlemişim. Ateşböcekleri‘nin ilk tınısından havaya girdim, albüm versiyonunu merakla beklediğim Sakin Ol Evladım, Nil‘den sevdiğim Rüzgar cover’ı, “komik kız bu bizim Kalben” diyerek dinlediğim Yalakanım Bebeğim…AMA asıl bir şarkı var ki, albümü iki haftadır dinliyorsan 1 haftasında sadece Yara dinlemiş olabilirim. Bence bazı yaralar hiçbir zaman iyileşmiyor, özellikle aşkla ilgili olanları. Aslında hepimizin içinde acıdan zevk alan bir yan var, ve sonunda onunla barışıyoruz. Ne güzel demiş Kalben:
“Yaramızı unutturur yarayı kapatan aşk yaradan da derin”
Yazının sonuna doğru müzikten çıkıp duygusallaştık. 2017, iyisiyle kötüsüyle hayatımın sonuna dek hatırlayacağım bir yıl oldu, olmaya da devam ediyor. Daha ne kadar yol giderim, ne zaman bir evim olur, bilinmez ama 2018’de de ait hissettiren müzikler bulacağım şüphesiz. Albümler dışında repeat’e aldığım bir sürü harika şarkı da oldu. Artık onları da başka bir yazı paylaşırım, bir yazı için bu uzunluk kafi. Bakalım Spotify, 2017’de en çok dinlediklerimi nasıl sıralayacak? Her sene sonunda gelen o sene en çok dinlediklerimiz playlist’ini görmek için gün sayıyorum!
Müzikle kalın. 🙂